Eski Türkiye’nin bazı başat kalıpları vardı. “Felsefe yapma”, “edebiyat parçalama”, “sanat karın doyurmaz” ve benzerleri. Bir bakıma, gündelik politikayla hiç ilgilenmeden siyaset ilgimi kaybetmememi bu başat kalıplarla mücadele etme kararlığıma borçluyum diyebilirim. Sadece bunlar değil elbette… Vesayetle mücadele, Kamalizm’in tortusuyla mücadele, “Batıcı emperyalist yancısı zihinle mücadele” ve başka şeyler de var. Fakat bugün meselem sanat… Daha doğrusu sanatın değiştirici, dönüştürücü gücü…
Sıralama şöyle oldu benim açımdan geçtiğimiz hafta sonu. Cumartesi akşamı, sevgili dostum Hakan Güneri’nin kaptanlık ettiği Çayırova Belediyesi Kadın Tiyatro Topluluğu’nun sahnelediği oyunu izledim. Bütünüyle Çayırovalı kadınların “kadınlar için” yaptığı bu amatör oyunun bende uyandırdığı his “vay be” oldu. Allah izin verirse çarşamba akşamı da Çayırova Gençlik Tiyatrosu’nun Filistin meselesi ile ilgili olarak sahneleyeceği Kifah adlı oyunu da izlemeyi planlıyorum.
Ardından pazar günü, Ersin Çelik yazısını attı. “Parçası olmama vesile olduğun Kocaeli işini yazdım” notuyla. Bundan bir vakit evvel, Kocaeli Belediyesi Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Müdürlüğü’nden arkadaşlar gelmiş, “Sanat İçin Ben de Varım” isminde bir gönüllülük projesi anlatmışlardı. Aradıkları adam Ersin Çelik idi bence ve ben de o arkadaşları Ersin’e yönlendirmiştim. İşte o projenin tanıtım toplantısı yapılmış geçenlerde. Detaylarını Ersin’in pazar yazısında bulabilirsiniz. Olağanüstü bir proje bence.
Ardından aynı gün Samet Karagöz ile konuştuk telefonda. Bir güzel haber de o verdi. Etnospor Festivali’nin sanatla alakalı tüm kısımlarını hayata Samet geçirecekmiş.
Unuttum. Cumartesi günü sevgili Furkan Çalışkan’la epeydir kafamızda olan Cahit Zarifoğlu Sergisi işinin nasıl yapılabileceğini konuştuk. Küratör olarak İsmail Erdoğan, ressam olarak Hüseyin Ünlü isimlerinde karar kıldık.
Bunlar burada bir dursun.
Türkiye’de sanat çok uzun yıllardır Kamalist tasallut rejiminin de etkisiyle “kendisini ayrıcalıklı zanneden” bir kesimin elinde, kaderine terkedilmişti. Ömrünün son demlerinde “dindarane bir yaşam yolu seçen Erol Akyavaş’ı ellerinden gelse öldürecekleri bir şımarık düzlem vardı” diyeyim de anlaşılsın mesele. Yahut yeteneklerine herkesin şapka çıkardığı İlhami Atalay’ın akademi ve sanat çevreleri tarafından nasıl uzun yıllar yok sayıldığının hikâyesini de okuyabilirsiniz mesele anlaşılsın diye.
“Aradaki mesafe kolay kapanmaz” ezikliğinde boğulmak yerine inisiyatif alan bazı kişi ve kurumlar aradaki mesafeyi kapatmaya çabalıyorlar kuşkusuz. Üstelik aradaki mesafe hiç de öyle zannedildiği gibi “çok açık” falan değil.
Niye böyle söylüyorum? Şundan: Türkiye’de Kamalist tasallut rejiminin besleyip büyüttüğü, bazı zengin ailelere tapuladığı o sanat çevresinin üretimlerini görüyorum çünkü. Dart tahtasını enstalasyon diye kakalamaya ve alkışlatmaya çalışanından sadece komisyon aldığı sanatçıların üretimlerini pohpohlamayı marifet bilen galeri çevrelerine kadar keskin bir gerileme içinde Türkiye’de o ekibin sanat yaklaşımı.
O yüzden o mesafe kapanmayacak bir mesafe değil.
Yazıyı bitirmeden, hafta sonu “sanat” bağlamında önüme düşen iki meseleden de bahsedeyim. Birincisi, İBB tarafından İstanbul’un meydanlarına konulan Şahmeran işleri. Aslında proje fena durmuyor ilk bakışta. Polyesterden kalıp olarak dökülen Şahmeranları çeşitli sanatçılar boyayarak yorumlayacaklar falan. Hani nasıl derler “hoş fikir aslında.” Fakat hem polyester döküm Şahmeranların berbatlığı hem de sanatçıların ne yaparlarsa yapsınlar o berbatlığı kapatamamış olmaları işin fikrini yerle yeksan etmiş.
Diğer yandan da asıl mesele şu. İddia o ki İBB bu projeye 7 milyon lira para aktarmış ve yine iddia o ki projede yer alan sanatçıların hiçbiri o 7 milyon liradan bir kuruş para alamamış. Anlaşılan İBB ile faturayı kesen ajans arasında “her şey çok güzel olmuş.” Neyse, nasıl olsa çıkar meselenin aslı ortaya.
İkinci mesele de yine İBB’nin Gazhane Müzesi’ndeki o olağanüstü leş duvar resmi. Daha doğrusu resim değil de “kusmuk” demek lazım o işe. Kim, nasıl, kime para aktarmak için o kusmuğa onay verdiyse tez vakitte “zihinsel sorunları yüzünden” işten el çektirilmeli kendisine.
Gerçi şimdi böyle dedim diye Jahhrein falan “siz sanattan ne anlarsınız?” diye yürüyebilir üzerime. Malum, son günlerde Cem Yılmaz aleyhine cümle kuran herkese “siz ne anlarsınız lan?” tadında saldırıyor CHP’nin trolleri. Saldırsınlar saldırmaya da, o iş öyle değil işte. Cem Yılmaz, meslek hayatının en kötü, en leş, en berbat işini yapmış Netflix’e. Bunu söyleyince Cem Yılmaz’ın “politik kariyerine zarar vermiş” olmuyoruz. “Türkiye’nin sosyolojik ortalamasını en iyi anlayan, ekmeğini de oradan çıkaran Cem Yılmaz, grotesk ya da hatta absürt bile sayılamayacak bir rezilliğe kadar nasıl geriledi?” demeye çalışıyoruz. “Gibi’nin atmosferik komedi yaklaşımını taklit etmeye çalışmak böyle bir şey değil” demeye çalışıyoruz. Hadi şimdi yazsın bakalım CHP trolleri: “Sanattan anlamayan yandaşlar, yüzümüzdeki gülümsemeye de karşı!” Bize de gülecek mesele çıksın.