Aslında yazının başlığı “büyük millet olduğumuzu unutmak” olacaktı. Ama onu zaten ve çoktan unuttuğumuzu hatırladığım için böyle oldu başlık.
Kolay bir yolculuk olmamış büyük millet olduğumuzu unutmak. Düşünce geleneğimizi durdurmak, dilimizi biçmek, milli gururumuzu kırmak için özel olarak operasyonlar yapılmış ve evet, başarıya da ulaşmış hepsi zaman içerisinde. Bazı sinir uçları özel olarak tespit edilip üzerine planlar yapılmış, organizasyonlar kurulmuş.
Aşağı yukarı 3 asırlık bir süreçten söz ediyoruz. “Batının ürettiği değerler dışında hepsi yalan” diyen Osmanlı jöntürkünden ürettiği yobazlığı din yerine koyan kof hoca tipine değin uzanan bir listede herkes üzerine düşeni yapmış ve ağır ağır çürümüş, özgüvenimizi kaybetmişiz. Maarif davamız bir türlü yönünü bulamamış, kültürü bir türlü “müstakilen hayati” sayamamışız. Liste uzun.
“Edebiyat parçalama”, “felsefe yapma”, “icat çıkarma” ve benzeri gündelik dilimize yerleşmiş kalıpların saklayamadığı mücadele alanı şudur. Türkiye’de esas çatışma hep “bizden bir şey olmaz” diyenlerle “bizden bir şey olur” diyenler arasında olagelmiş.
Peki soru şu olsun madem: “Bizden bir şey olur mu?”
Bu sorunun cevabını her seferinde “elbette olur” diye vermiş biriyim. Sadece işler iyi giderken, ekonomi iyiyken, iktidarlar güçlüyken değil, 28 Şubat’ın o karanlık dehlizinde yahut 2001 krizinde bile değişmedi cevabım. Elbette bizden bir şey olur çünkü milletin hafızası er ya da geç harekete geçer. Fakat artık bu sorunun cevabından o kadar da emin değilim.
Başka bir patikaya sapayım.
İkinci Dünya Savaşı sonrası tükenmiş Almanya’nın ya da oldukça hasar almış İngiltere’nin hızla toparlanmasının altında yatan kimi başka sebepler var elbette. Fakat asıl nedenin iki toplumun da “büyük millet” olduklarını hatırlamaları olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Kolu kanadı kırılmış, sinir uçlarıyla oynanmış bir “millet algımız” var artık Türkiye’de. Zira üç asırlık yükün üzerine bir de sekülerleşme denen saçmalığın uydurulmuş duyarlılıkları baskı yapıyor. Her şeyi “oturduğu yerden düzeltebileceğine” inanan ve işe koşulmak yerine klavyeye yumulan insanların oluşturduğu “büyük kayıp” çok ciddi sonuçlar doğurabilir.
Dahasını da söyleyeyim. Türkiye’de iktidar ve muhalefetin birlikte ürettikleri “tabanın taleplerinin doğrudan siyaseti belirlemesi” gerçeği de büyük millet olmamızın önüne devasa bir engel olarak çıkıyor. Sağlıklı bir siyasal yaklaşım “tabanın taleplerini organize edip ehlileştirmek ve siyaseti oradan üretmek” olmalıyken bu gelinen nokta bence çok zorlayıcı.
Başka bir yere doğru gidelim.
Depremin gösterdiği açık tehlikelerden biri, belki de birincisi millet olduğumuz gerçeğinin tehdit altında olduğu gerçeğidir. Hakikatin yalana boyun eğdiği, gerçeğin simülatif olana teslim olduğu tuhaf bir düzlem oluşmuş görünüyor.
Yaralar sarılır, yaslar tutulur, binalar yapılır, insanlar eski yaşamsal döngülerine kavuşurlar elbette. Ama bu “derin çatlak”, özel olarak oluşturulmuş bu “yarık” tedavisi çok zor bir meseledir.
Açık konuşmak gerekirse Türkiye’de siyaset denen kurumun bu tehlikenin bertaraf edilmesi hususunda hiçbir şekilde işe yaramayacağını düşünüyorum. Kimlik siyasetinin, çatışma dilinin, kör dövüşünün lezzetini ve kolaycılığını bir kez tatmış siyasal hareketler artık oralardan dönemezler kolay kolay.
Üzerimizdeki “seküler duyarlılık” etkisini kırabilmenin ve kendi mahsus kodlarımıza dönmenin yolları üzerine kafa yormamız gerekiyor. Ve hayır, merak etmeyin. Muhafazakarca yahut dindarlıkla bezeli bir “kodlara dönme” öneriyor değilim. Daha ziyade bir “duygu ve akıl birliği”nden söz ediyorum.
Zor mu? Evet. Elzem mi? Evet.