“Niçin şair oldun?” diye soruyor bana.
Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Bu sorunun cevabını bilmediğim için kolayına kaçıp artistik cevaplar veriyorum. Mesela şu: “Yerimi yadırgadığım için.” Ya da şu: “Dünyaya başka bir dille karşı koyamadığım için.” Ya da şu: “Çünkü şiir insanı anlamanın ölçü birimidir.”
“Anlamak istemez misin” diyor, “insanı yani?”
“Anlamak istemem” diyorum. “O kara gözlü zalimi, o biricik muammayı anladıkça yerimi yadırgayışım da artıyor. Her büyük okumanın altında küçük, küçücük bir zaafın, bir eksikliğin, bir çaresizliğin yattığını bilmek hoşuma gitmiyor çünkü.”
“Nasıl yani?” diyor. Bu bol yıldızlı bir çöl akşamı gibi tasarlanmış mekânda sormaktan usanmayacakmış, bıkmayacakmış gibi sıralıyor sorularını peş peşe.
“Köylü olsak türkülerimiz, şehirli olsak şarkılarımız olur. Hepimiz kasabalı olduğumuz için müziksiz kaldık” diyorum. Belki afallar da vazgeçer diye. Sormaktan.
Afallamıyor. Duraksamıyor bile. “Zırvalama” diyor, “kasabalılarla ne alıp veremediğin var?”
“Cumhuriyetin ilk günlerine benziyor yüzün” diyorum. Bunu bir cevap olarak kabul etmiyor. Gözlerin / Lale Devri’nden bir pencere / Ellerin / Baki’den Nefi’den Şeyh Galip’ten / Kucağıma dökülen / Altın leylâk” diyorum. Bunu bile bir cevap olarak kabul etmiyor. Sussun istiyorum. Sussun ve bu bayat çaylarımızı içip gidelim bu çölden. Ardımızda bıraktığımızı önemsemeden, önümüzde bizi neyin beklediğini umursamadan gidelim.
“Cevap ver bana” diyor. Saçlarına, hatta saçlarından daha çok gözlerine güveniyor. Israr ettiğinde başına bir şey gelmeyeceğinden emin. Israr ediyor çekincesiz.
“Kasaba çürümektir” diyorum, “kasaba sıkışıp kalmaktır. Küçük uyanıklıkların, hak edilmemiş mevkilerin mekânıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca kendisine ‘büyük’ denilmiş edebiyatçılarımızın neredeyse tamamı bu çürümenin, bu sıkışıp kalmanın öyküsünü anlatmak yerine kasabanın romantizmini yapmışlar. Kimse söz etmemiş kasabalı kızların olmamışlığından. Kimse bahis açmamış kasabalı delikanlıların savruluşlarından.”
“Bunlar çok keskin cümleler şair” diyor bu kez de. Soruları bu yargı cümlelerimle, bu ham düşüncelerimle sona erdi zannediyor ve rahatlıyorum. İzin vermiyor rahatlamama. “Kızgın mısın” diye soruyor, “şair olduğun için yani?”
“Kızgın değilim. Kırgınım sadece. Hani o adam var. Tam cehenneme atacaklarken dönüp ‘böyle beklemiyordum’ diyor ya. O adamın kırgınlığından var üzerimde bin yıldır. Çünkü böyle beklemiyordum. Çölü böyle hayal etmemiştim. Ardımda bıraktıklarımı ve önümde beni bekleyenleri hiç böyle düşünmemiştim.”
“Peki ama niçin?” diye soruyor bu sefer de. Sesinin tonunu ayarlayamadığı için neredeyse bağırıyor. Saçlarına, gözlerine ve ellerine güveniyor.
“Çünkü kendi tarihime bir mitoloji oluşturamıyorum seni baş belası” diye bağırıyorum ben de bu kez, “kendi tarihime bir mitoloji oluşturup yaşadıklarımı ve yaşayamadıklarımı çarpıtamıyorum. İyilikleri ve kötülükleri unutamıyorum. Beni hatırlamaktan yapmışlar çünkü ve anlamsızca dürüstüm kendi tarihime karşı. Oysa insanlar ne de güzel çarpıtıyorlar onu. Ne de güzel mitolojiler uyduruyorlar. ‘Ben yaptım’, ‘ben başardım’, ’ben geldim ayaklarımla bu geldiğim yere’ derken ne kadar da rahatlar. Anlamıyor musun beni? Kendi tarihimin oluşturduğu kamburu başkasının sırtına atıp da dikleştiremiyorum yürüyüşümü. Çarpıtamıyorum kendimi. Müziksiz kalıyorum. Işıksız kalıyorum. Tüm başarılarımı kendime, tüm başarısızlıklarımı başkalarına mal ederek devam edemiyorum yürümeye. Şimdi saçlarını, gözlerini ve ellerini topla. Gidelim buradan. Ardımıza bakmadan, önümüzü merak etmeden gidelim. Kendimize çölde bir mağara inşa edelim. Yahut bir ırmak kıyısında baraka…”
“Seni küçük aptal” diyerek giriyor bu kez cümleye. Bunu beklemiyorum. Beklemediği yerden yumruk yemiş bir boksör gibi sallanıyorum oturduğum yerde. “Kendi tarihinden kaçamayan ama kendinden kaçabileceğini düşünen küçük bir çocuğa dönüştün karşımda. Ardında bırakmakmış. Önünü düşünmemekmiş. Hadi bırak ardında madem. Hadi topla bavulunu. Hadi gidelim madem.”
Başımı kaldırıyorum koyduğum masadan. Soğuk. Geçmiş bir sobanın yanı başında, uzun sürmüş bir hayal kırıklığının başkentindeyim. Çölde değil, bozkırın tam ortasındayım. Dehşetli üşüyorum.
Bozkırdan çöle bir iç yolculuk
Bilinen şeydir. Güney Amerika’da adı “pampa”dır. Kuzey Amerika’da “preri”, Asya’da “step”, Anadolu’da ise “bozkır” derler. Göz alabildiğine ağaçsızlık, göz alabildiğine buğday tarlasıdır. O uçsuz bucaksız sarı rengin içine atları ve sesi sala sala okunan bozlakları yakıştırır insan en çok. Çünkü gitmek ve duymaktır bozkırın insanda oluşturduğu başat iki duygu. Gitmek hayal içindir, duymaksa gerçek için.
Coğrafyanın insanlar üzerindeki genetik etkisinin bilimsel yollarla izahını bilebilen biri değilim. Öyle şeyleri bilmem ben pek. Fakat bozkır insanının az çok birbirine benzediğini defalarca fark etmişimdir. Ellerinin nasırından, tenlerinin esmerliğinden bahsetmiyorum. Ki onlardan da bahsedebilirim. Elleri nasır ve tenleri esmerdir bozkır insanlarının. Çünkü toprak sert, güneş yakıcıdır. Ama bunlar değil. Şu: Bozkırın insanlarında sadece kendilerinin ve kendilerine benzeyenlerin fark ettiği bir yerleşik sıkıntı vardır. İnsanların denize, yeşile, ormana, ırmağa bakarak atlattıklarını zannettikleri o sıkıntıyı atlatmak yerine içselleştirmeyi, kendisinin bir parçası haline getirmeyi başarır bozkırın insanları.
Moğolistan’ın bin kilometre süren steplerinde yaşayan bir insanıyla Kırşehir’in 60 kilometre gidince biten bozkırında yaşayan bir insanı o yüzden akrabadır bence.
Dikkat isterim. “Dağlılara mahsus o gülümseme” deriz. “Akdenizlilere mahsus o neşe” deriz. “Karadenizlilere mahsus o coşku” deriz. Bozkıra mahsus olan sıkıntıdır.
Bilinen şeydir. Bozkırlar, çölün başlangıcıdır hemen her yerde. Bozkır biter ve çöl başlar. Çöl kalmanın ve sessizliğin mekanıdır.
Dikkat isterim. Kalmak, gitmekle kardeş değildir ve asıl müzik sessizlikle başlar.
“Lale Devri’nden bir pencere”
Rahmetli Sezai Karakoç’un “Zamana Adanmış Sözler” kitabı, dört bölümden oluşan “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiiriyle açılır. Hemen hepimizin bildiği “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin” dizesi şiirin dördüncü ve son bölümünün ilk dizesidir.
Şiirin birinci kısmı da az çok bilinir ve “Gelin gülle başlayalım şiire atalara uyarak” dizesiyle açılır.
Benim, şiirin en çok beğendiğim bölümü ise ikinci bölümüdür. Sezai Karakoç bu kez, bir kelime eksilterek “Gelin gülle başlayalım atalara uyarak” diye açar şiiri ve pek çok şiirinde yaptığı gibi “anlamı çoğaltarak” hem kanlı canlı bir sevgiliye, hem doğrudan Peygamberimiz’e ve hem de doğrudan Allah’a seslenir.
“Bana ne Paris’ten / Newyork’tan Londra’dan / Moskova’dan Pekin’den / Senin yanında / Bütün bu türedi uygarlıklar umurumda mı / Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu / Geceme gündüzüme” dizeleri hem şairin siyasal yönelimini ele verir, hem de “bütün sevgililere seslenme” anlamı taşır.
Bir kez söylemiştim, bir kez daha söyleyeyim. Çok anlamlılık ile anlamın çoğalması başka meselelerdir ve anlamı çoğaltabilenleri “büyük şair” olarak kabul etmemiz gerekir bence.