Yusuf’la çorbaları söyledik. Arabada yol boyunca parça parça konuştuğumuz meseleleri konuşmaya devam ettik masada da: Fıkıh ilminin kendini bugün yeniden üretmesinin yol açabileceği imkânlar, K-Pop gruplarının modern kültlere benzer organizasyonu ve gençlerin uğradığı derin hayal kırıklıklarının yol açtığı sorunlar.
Öyledir. Derdini seven adamlarız biz. Gündemimize aldığımız meselelerin tamamı derdimizle doğrudan ilgili meseleler. Bir çeşit akılda tutma, bir çeşit düşünme biçimi bizim açımızdan “parça parça dertlerimizi konuşma” işi.
Çorba içmek için oturduğumuz masanın tam çaprazında sekiz kişilik kadınlı erkekli bir başka masa vardı. Masadaki kadınlar bizi tanımış olacaklar ki neredeyse vitrine bakar gibi ikimizi süzdüler ve bundan rahatsız olabileceğimiz bir an olsun akıllarına gelmedi.
Biz derdimizi konuşmaya devam ettik elbette ama bambaşka ve yepyeni bir derdimiz daha oldu. Yan masayı kasten uzun uzun süzüp dedim ki Yusuf’a. “Yusuf bak, masadaki hanımların tamamının yüzünde en az ikişer estetik var. Her biri sağ ve sol ellerinin parmaklarında yüzer bin lira taşıyorlar. Üstelik tamamı başörtülerini bu yılın modası olan şu iğrenç spor ayakkabıları ile tamamlamışlar. Birini vitrin izler gibi izlemenin en azından “yakışıksız” bir şey olduğunu bilebilecek temel görgüden de yoksunlar.”
Masadaki adamlardan biri, sadece bizim değil, ortamdaki herkesin duyabileceği şekilde anlatmaya başladı: “Ben onu sayın vekilimize izah ettim. O noktada imar izinlerinin verilmemiş olması çok yanlış. Hallederiz bir şekilde yani…”
Sanki hayat böyle ilerliyor bir süredir memlekette. “Hallederiz bir şekilde…” diyen adamlarla umutsuzca “bu meseleyi nasıl halledeceğiz?” sorusunun peşine düşen adamlar arasındaki gerginlikle ilerliyor her şey.
Hayır, lütfen yanlış anlaşılmasın. Ne kendimi “bu meseleyi nasıl halledeceğiz?” diyen adamların safına yazıyorum ne de “hallederiz bir şekilde” diyerek yola devam eden insanları yargılıyorum. Benimkisi daha çok bir anlama, anlamlandırma çabası.
Belki de şu: Türkiye’nin ve dünyanın hayat pratikleri, yönelimleri, hayata bakışı hızla değişip dönüşürken hepimiz oradaydık. Bazılarımız bu değişip dönüşen Türkiye’ye ve dünyaya uyum sağlamak konusunda hiç çekingenlik göstermediler. Bazılarımız o trene binmemeyi tercih etti.
Hayır, gündelik politikadan bahsetmiyorum. 2000 sonrası dünyanın aldığı halden bahsediyorum. Yüzeysellikle dolu, sanallaştırılmış, sulandırılmış bir yeni dünya burası. Sadece pratik sonuçlara odaklı bir “ne şekilde?” dünyası burası… Nasıl ve niçin sorularıyla uğraşan insanların tabiri caizse “arkaik dönemlerden kalma dinozor” muamelesi gördüğü bir dünya. Üstelik “ne şekilde?” sorusuna verilen cevap da çok değişmiyor: “Bana faydası dokunabilecek her şekilde…”
Şunu konuşalım. 1990’larda herhangi bir başörtülü kadının güzel görünmek için estetik ameliyat yaptırmasını değil anlamak ve anlamlandırmak, aklımıza bile getiremezdik. “Havsalamıza sığmazdı” anlamında söylüyorum bunu. Oysa bugün, diyelim değişimdeki örneği başörtülü kadınlardan verdim diye beni yargılayabilecek ve linç edebilecek bir vasata eriştik. Oysa ben cinsiyet bağımsız bir örnek veriyorum sadece. Pekâlâ, buna benzer örnekleri erkekler üzerinden de verebilirim yani.
Bakın şu: “Sana ne, insanlar nasıl rahat ediyorlarsa öyle yaşasınlar” cümlesinin gizli emri “sus” komutudur. İçinde yaşadığımız dünyayı anlamanın yollarından biri ve bence en önemlisi değişen insan davranış ve tutumlarını anlamaya çalışmaktır. Dikkat isterim: “Başörtülü kadınların estetik ameliyat yaptırmasına karşıyım” demedim. Ama bunu böyle anlamaya hazır binlerce insanın varlığından da haberdarım. Ben sadece değişip dönüşeni anlamaya çabalıyorum. Derdimi seviyorum yani.
Birey açısından bütün “niçin yaptın?” sorularının cevabı “çünkü canım öyle istedi” şeklinde olabilir. Bunda bir sorun var bence ama beis yok. Fakat bırakın bazıları da canı öyle isteyen bireylerin oluşturduğu dünyanın nasıl bir yere benzediğini tespit etmeye çabalasın. Bırakın onun canı da öyle istesin.
Toplamda galiba şunu söylemeye çabalıyorum: Her anlama çabasını “yaşanılan hayata ve tercihlere müdahale” olarak değerlendirme yatkın bir yere geldik sonunda. Burası oldukça soğuk ve tehlikeli bir yer. Düşünmeyi, söz almayı durduracak bir yer.
Merak edenler için söyleyeyim. Çorbadan sonra Yusuf beni taksitle ve bin zorlukla alabildiği arabasıyla eve bıraktı. Yol boyunca yine meselemizi konuştuk. Bu kez bir başka sorumuz vardı: “Bu zenginlik başka türlü organize edilebilseydi verimleri ne olurdu?”