Sahnede izleme fırsatı bulamadım. Daha doğrusu, bu fırsatı yaratmak istemedim.
Metin okumak daha keyifliydi.
Bol bol metin okudum.
Keşanlı’sını, şunu bunu, kendimce “rejisini” yaparak, oyuncuların sahnedeki devinimlerini zihnimde canlandırarak, bir anlamda “yaratım sürecine katılarak” okudum.
Okuyorum.
Gülriz Sururi’yi, evet, beyaz camda çok izlemiştim.
Bu “kocaman güzel gözlü kadın”ın performansını, neler yapabileceğini üç aşağı beş yukarı kestirebiliyordum ama Gülriz Sururi öncelikle ve daha çok bir “yazar”dı benim için.
Hemen “Kıldan İnce Kılıçtan Keskince” adını verdiği anılar kitabını zikretmem gerekiyor.
İlk, Selim İleri’nin bir yazısında görmüştüm. Müthiş övgülerde bulunuyordu işbu “anılar kitabı”na...
Selim İleri’nin aynı zamanda çok iyi bir okur olduğunu, “süzülmüş” bir beğeniden baktığını bildiğim için, yazdıkları “referans” teşkil ediyordu.
Hiç düşünmedim, kıt kanaat imkânlarımla satın aldığım kitabı bir solukta okudum. 80’li yılların sonu yahut 90’lı yılların başı olmalı...
İlginçtir, geçen zaman, bazı kitapları yeniden gözden geçirme (hatta okuma) isteği doğuruyor. Gülriz Sururi’nin kitabı da bunlardan biri oldu...
Birkaç ay önce, “Hangi satırların altını çizmişim?” saikiyle karıştırdığım kitabı, merakıma yenilerek, ikinci kez okumaya başladım. (Yazar şimdi yaşamıyor.)
Şunu gördüm:
Gülriz Sururi’nin müthiş kıvrak bir dili var. “Benim” diyen birçok kalem erbabından daha başarılı. Babasını (baba-kız ilişkilerini) anlattığı satırlar özellikle, çok etkileyici ve Selim İleri’nin ifadesiyle “müthiş bir çağsama” uyandırıyor insanda.
İddiayla söylüyorum, Gülriz Sururi tiyatrocu olmasaydı da, yazar olarak isminden söz ettirir, mutlaka kalıcı olurdu.
Bu kadar “güzelleme” ne için?
Şunun için:
Kitabın bir yerinde, Kadıköy Süreyya Paşa Sineması’nda sahneye koydukları bir oyundan söz ediyor.
Daha doğrusu, izleyicileri kırıp geçiren bir komediden...
İnsanların akın akın tiyatroya koştuğu günler.
Demokrat Parti iktidarı henüz devrilmiş, “düşükler” (Menderes ve arkadaşları) Yassıada’da hesap veriyor.
Derken, mahkeme neticelenecek, düşüklerden 15’i idam cezasına çarptırılacaktır.
Önce Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu asılır... Ardından (bir gün sonra) Adnan Menderes... Diğer 12 idam “müebbet hapis cezasına” çevrilecektir.
Gülriz Sururi Tiyatrosu, Menderes’in asıldığı gün ve ertesi gün (yani 20 yıl önce bugün) Süreyya Paşa Sineması’ndadır.
Şov devam etmektedir...
O günü (mealen) şöyle anlatıyor Gülriz Sururi: “Salon yine hınca hınç doluydu. Bir şey oldu. Ürkütücü bir şey... Kimse, yapılan esprilere gülmüyordu. Bir gün önceki kırıp geçirdiğimiz insanlar kıpırtısız oturuyordu. İlk kez dehşete düştüm. Kimdi bu insanlar?”
İlkinde fark edememiştim ama ikinci kez okuyunca, ben de dehşete düştüm...
27 Mayıs vandallığına gösterilen “sessiz tepki”, Gülriz Sururi’yi dehşete düşürüyor.
Üstelik, sahnedeki oyunu “saygıyla” izleyen insanlar bunlar... Gülriz Sururi’yi yıllarca “sahnede tutarak”, ona hak ettiğinden fazlasını veren insanlar.
Hanımefendi, ölümüne yakın günlerden bir açıklama yaptı ve “Benim için indirilmiş son kitap Nutuk’tur” dedi.
Peşinden, “başörtülü görmeye dayanamadığını” ekledi.
Engin Ardıç’a sorarsan, “Gülriz Sururi zaten ölmüştü...”
Bence de.
Hayır, “İndirilmiş son kitap Nutuk’tur” dediği için değil, 17 Eylül 1961’de sahne aldığı ve “İlk kez dehşete düştüm. Kimdi bu insanlar?” diye sorduğu, bunu sorabildiği için ölmüştür.